HZ. MEVLANA’NIN HAYATINDAN DERSLER

Bir gün Kâdı Sirâceddîn ismindeki bir hoca talebelerine; “Bugün Mevlânâ’ya gidip onu soru yağmuruna tutalım. Öyle sorular hazırlıyalım ki hiç birisine cevap veremesin.” dedi. Talebeler soru hazırlamaya koyuldular. Kendisi de çalışmaya başladı. Bir ara Kâdı Sirâceddîn’in yanında Mevlânâ tecessüm etti. Kâdı Sirâceddîn’in yüzüne dikkatlice bakıp oradan kayboldu. Kâdı talebelerine; “Mevlânâ buraya geldi.” deyince talebeler; “Biz görmedik efendim.” dediler. Bu hâl Kâdı Sirâceddîn’in zihnine takıldı düşüncelere daldı. 

         Bir saat kadar sonra Mevlânâ tekrar orada göründü. Bunu kâdı ve talebeleri gördüler. Hepsine selâm verdi ve oradan ayrıldı. Biraz sonra kâdı talebeleri ile namaz kılmak için büyük odaya geldiklerinde duvarlarda bir takım yazılar gördüler. İncelediklerinde Mevlânâ’ya soracağı sorular ve bu soruların cevapları geniş olarak yazılmış idi. Kâdı Sirâceddîn ve talebeleri hayretlerinden dona kaldılar. Böyle büyük bir âlim ve velînin hakkında besledikleri kötü düşüncelerine pişmân oldular. Hep birlikte gidip Mevlânâ’nın talebesi olmakla şereflendiler.

         Malatyalı Selâhaddîn Efendi anlatır: “Gençliğimde İskenderiyye’ye ticâret için gitmiştim. Gemimiz bir girdaba yakalandı kurtulmamız imkânsızdı. Korku içinde idik. Herkes adaklar adamaya başladılar. Tövbeler ettiler. Helâllaşmaya başladılar. Bu arada bana kurtulmak için duâ etmemi ricâ ettiler. Konyalı olmam hasebiyle aklıma bir anda Allahü teâlânın evliyâ kullarından Mevlânâ geldi. Hemen; “Yâ hazret-i Mevlânâ! İmdâdımıza yetişmen için yalvarıyorum.” diye seslendim. O anda herkesin gözü önünde gelip gemimizin yanıbaşında göründü. Gemiye yapışıp girdaptan kurtardı ve kayboldu. İskenderiyye’den sonra Konya’ya gittik. Mevlânâ’nın huzûruna çıktığımızda bize; “Elhamdülillah. Allahü teâlânın sevdiği kullarından birine tâbi olanlar dünyâda da âhirette de halâs olup kurtulurlar.” buyurdu. Bunun üzerine hepimiz Mevlânâ’ya talebe olmakla saâdete kavuştuk.”

         Tebrizli bir tüccar ticâret için Konya’ya gelmişti. Konyalı tüccarlara; “Burada evliyâdan bir kimse var mıdır? Bir müşkilim var onu soracağım.” dedi. Orada bulunanlar Mevlânâ’nın kerâmetlerinden bahsettiler. Seni ona götürelim dediler. Tebrizli Mevlânâ’nın nâmını önceden duymuştu. Kabûl edip hemen Mevlânâ’nın dergâhına gittiler. Tüccâr huzûra çıktığında; “Efendim namazımı kılıyor Allahü teâlânın emirlerini yapıp yasaklarından kaçınıyorum. Hayır-hasenâtımı yapıyor kimseye zararım olmuyor. Ancak kalbimde ibâdetlere karşı bir soğukluk var. Huzûrum yok. Sebebini de bir türlü bulamıyorum. Bana yardım etmenizi istirhâm ediyorum.” dedi. Mevlânâ şöyle bir murâkabeden sonra: “Ey Tâcir! Sen Magrib’de bir yol üzerinde Allahü teâlânın velî kullarından biriyle karşılaştın. Onun dış görünüşünü beğenmedin hattâ hakâret gözüyle baktın. Sendeki huzursuzluğun sebebi budur. İsterseniz şuraya bakın.” diyerek karşıdaki duvarı gösterdiler. Tüccar duvara baktığında bir anda duvardan pencere gibi bir boşluğun meydana geldiğini ve bu boşluktan o velî kulun yine bir yol kenarında oturduğunu gördü. Mevlânâ sözüne devâm ederek; “Bu huzursuzluğunuzun çâresi de o kimseye gidip ondan özür dileyip affına kavuşmaktır.” buyurdu. Mevlânâ tâcire daha birçok nasîhatler yaptıktan sonra; “Muhakkak onu bul hakkını helâl ettirip duâsını al. Bizim de selâmımızı söyle.” dedi. Tâcir; “Peki efendim!” deyip yol hazırlıklarını yaptı ve yola koyuldu. Araya araya o mübârek zâtı buldu. Çok özür dileyip Mevlânâ’nın selâmını söyledi. Affetmesini hakkını helâl etmesini istirhâm eyledi. Bunun üzerine o mübârek zât; “Öyle bir kapıya sığınmışsın öyle bir kimseden yardım taleb etmişsin ki reddetmek mümkün değil. Seni Mevlânâ hürmetine affettim. Kendisini görmek istersen şuraya bak.” deyince tâcir işâret edilen yerde Mevlânâ’yı gördü. Bu hâle gözleriyle şâhid olan tâcir o kimseyle vedâlaşıp Konya’ya geldi ve Mevlânâ’nın talebesi oldu.

         Mevlânâ her halleriyle insanları doğru yola teşvik eder vâz ve nasîhatlarıyla hasta kalplere şifâ olan sözler söylerdi. Bir gün talebelerine; “Ey bizi sevenler! Sevgili Peygamberimizin gittiği Ehl-i sünnet yolundan yürüyüp bu yolu ihyâ etmelidir. Allahü teâlânın sevdiği ameller ibâdetler ile helâl yollardan çoluk-çocuğunun ihtiyaçlarını kazanarak râzı olunan kullar zümresine dâhil olmalıdır. Hep helâli istemeli helâlinden yiyip helâlinden içmeli ve helâlinden giymelidir. Söylediklerimiz dinlediklerimiz düşündüklerimiz hep helâl olmalı. Her hareketimizi Peygamber efendimizin hâl ve hareketlerine uydurmalıyız. Herkes bir sanata sâhib olmalı ve din ilimlerini iyi öğrenmelidir. Talebelerimden bunu husûsen istiyorum. Bizim yolumuzda olanlara kıyâmet günü yardımcı olur yüzlerinin ak olmasına çalışırız. Ancak edebe riâyet etmeyenler ve Ehl-i sünnet yoluna muhâlefet edenler kıyâmet günü bizi göremeyeceklerdir.” buyurdu.

         Bir gün huzûruna birbirlerine dargın iki kişi getirdiler. Onlara barışmalarını söyledi sonra da; “Allahü teâlâ bâzı insanları su gibi latîf mütevâzî dâimâ aşağıya akıcı ve yumuşak huylu bâzılarını da toprak taş gibi sert mizaçlı yarattı. Su toprağa karışır meyvelerin büyümesini canlıların içerek hayatlarının devâm etmesini sağlar. O sulardan rûhlara ve bedenlere gıdâ temin edilip menfaat sağlanır. Su toprağa gitmezse topraktan ve sudan lâyıkıyla istifâde edilmez. Ey Nûreddîn! Bu arkadaşın toprak hükmünde olup yerinden kalkmaz ve barışmaz ise sen su gibi tevâzu üzere olup anlaş. Herkes bilir ki iki küs olan kimseden hangisi öbüründen önce davranırsa Cennet’e ötekinden önce girecektir. Daha çok sevap kazanacaktır. Dolayısıyla bu barıştan her ikiniz de istifâde etmiş olacaksınız.” buyurdu. Bunu dinleyen iki küs kimse daha çok sevap kazanmak gayretiyle hemen barıştılar.

         Bir kimse geçim darlığından şikâyette bulundu. Bunun üzerine Mevlânâ o kimseye; “Eğer sana âzâlarından birini kesip yerine bin altın verelim deseler râzı olur musun?” diye sordu. O da; “Hayır râzı olmam.” diye cevap verdi. Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri; “Ey kardeşim! Mâdem ki râzı olmazsın niçin geçim sıkıntısından şikâyette bulunursun? Fakirim diyorsun bu kadar altından daha kıymetli âzâların var iken vücûdun sıhhatte ve âfiyette iken niçin bunları sana bedâvadan ihsân eden Allahü teâlâya şükretmiyorsun? Allahü teâlâ; meâlen “Nîmetlerimin kıymetini bilir emrettiğim gibi kullanırsanız onları arttırırım.” (İbrâhim sûresi: 7) buyurdu.

         Mevlânâ bütün işleri ihlâs ile Allahü teâlânın rızâsı için yapmak lâzım olduğunu bir misâl ile şöyle izâh ettiler: “Nişâburlu bir ilim talebesi ile bir tüccar yol arkadaşı oldular. Çok fakir olduğundan talebenin ayakkabısı yoktu. Yalın ayak yürürken tüccar bir çift ayakkabı verdi. Sonra tüccar talebeye ikide bir; “Ey talebe! Yolun düzgün yerinden yürü… Sivri taşlara basma… Ayaklarını sürüme… Dikenli yerlerden gitme.. Ayakkabıyı eskitme…” diye tembih ediyordu. Bu tenbihler talebeyi usandırdı. Sonunda talebe dayanamayıp ayakkabıları çıkardı tüccarın önüne bıraktı ve; “Ben senelerce yalın ayak seyâhat ederim. Kimse bana bunun için bir şart koşmuyordu. Şimdi verdiğin bu ayakkabılar için sana mahkûm olamam.” dedi. İşte burada olduğu gibi yapılan hayır-hasenât karşılıksız olmalı Allahü teâlânın rızâsı için yapılmalıdır. Ancak böyle olursa makbûl olur.

         Bir gün birkaç kişi gelip Mevlânâ hazretlerine; “Efendim! Allahü teâlânın velî kulları vefât edince tasarruf hakkına sâhib olurlar mı? Hayatta oldukları gibi insanlara yardım edip sıkıntılarını giderirler mi?” diye sordular. Mevlânâ de; “Cenâb-ı Hakk’ın evliyâ kulları âhirete intikâl ettiklerinde dünyâdakine oranla daha çok tasarrufa sâhib olurlar. Dünyâdaki tasarruf hududlu âhiretteki ise hududsuzdur.” buyurdu. Oradakiler; “Dostlarınıza ve talebelerinize dünyâdaki gibi âhirette de ihsân ve merhamet eder misiniz?” deyince Mevlânâ; “Ey dostlarım! Kılıç kınında iken kesmez. Kınından çıktığı zaman keser. Bize şefâat hakkı verilirse elbette biz de sizlere şefâat ederiz.” buyurdu.

         Mevlânâ kendisine vedâlaşmak üzere gelmiş bulunan ve nasîhat isteyen sevdiklerine; “Kardeşlerim! Aklınız bir servet ve bir makâma bağlı kalmasın. Yalnız kalp gözlerinizin açılmasını düşünün. Birbirlerinizi çok seviniz. Çünkü düşmanlar pusudadır.” buyurdular.

         Talebelerinden biri Mevlânâ hazretlerine incir getirmişti. Mevlânâ inciri aldı ve; “Hayli güzel incir fakat kemiği var.” buyurdu ve yere bıraktı. Talebe; “İncirin nasıl kemiği olur?” diye hayret etti ve yavaşça incirleri alıp gitti. Bir zaman sonra tekrar bir sepet incirle dönüp geldi ve sepeti Mevlânâ hazretlerinin önüne koydu. Mevlânâ bir tane alıp yedi ve; “Bu incirin kemiği hiç yoktur.” buyurdular ve incirleri orada bulunanlara dağıtmasını emrettiler.

         Herkes bu duruma şaşakaldı. O talebe dışarı çıktığında oradakiler ona gidip inciri nereden topladığını sordular. O da; “Vallahi bir dostum vardı. Onun bahçesine uğradım. Bahçıvanı bağda bulamadım. İzni olmaksızın bir sepet toplayıp Mevlânâ hazretlerine getirdim. Fakat niyetim bahçıvanı gördüğümde topladığım incirlerin bedelini ödemekti. Mevlânâ velîlik nûru ile bunu anladı ve yemedi. İşte incirin kemiği buydu. Bu defâ doğruca o dostun bağına vardım. Ondan iyi incir satın alıp bedelini ödedim ve helâllaştım. O da kabûl etti. İşte Mevlânâ bunu kabûl edip iltifâtlarda bulundu.

         Bir gün Mevlânâ hazretlerine kötü huylu ve kötü tabiatlı kimselerden soruldu. Bunun üzerine şu ibretli hâdiseyi anlattı: “Bir gün bir akrep bir ırmağın kenarında dolaşıyordu. Birdenbire bir kaplumbağa akrebin yanına gelip ona; “Burada ne yapıyorsun?” dedi. Akrep; “Ben ırmağın öte yanına geçmek için bir çâre arıyorum. Çünkü benim bütün yavrularım ırmağın öte yanındadır.” diye söyledi. Kaplumbağa da şefkati ve yabancıya iyi davranması sebebiyle onu en yakın bir akrabâsıymış gibi sırtına alıp su üzerinde yüzmeye başladı. Irmağın ortasına gelince akrebin sokmak arzusu uyandı. Kaplumbağanın sırtında iğnesini dokundurdu. Kaplumbağa; “Ne yapıyorsun?” diye sordu. Akrep; “Hünerimi gösteriyorum. Sen bana iyilik edip yarama merhem koydun. Ben de sana iğnemi sokuyorum. Benim göstereceğim şefkat de ancak budur.” dedi. Bunun üzerine kaplumbağa hemen suya daldı. Akrep de boğulup gitti.” Mevlânâ bundan sonra şu beytleri okudu: “Câhil yakınlık gösterse de sonunda câhilliğinden ötürü seni incitir.” Sonra da; “Ahmağın sevgisi ayının sevgisine benzer. Onun kini sevgi sevgisi kindir. Haydi kötü nefsi öldürün. Bu hususta ihmal göstermeyin. Onu diri bırakmayın. Çünkü o akreptir.” buyurdular.

         Bir kısım insanlar Mevlânâ hazretlerine gelip; “Bâzı kimseler mescidde dünyâ lafı ediyor.” diye şikâyette bulundular. Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri; “Her kim altı yerde dünyâ sözü ile meşgûl olursa otuz yıllık temiz ve kabûl olmuş ibâdeti reddedilir ve boşa gider. Bu altı yerin birincisi mescid ikincisi ilim meclisi üçüncüsü cenâze dördüncüsü mezarlık beşincisi ezan vakti altıncısı Kur’ân-ı kerîm okunurkendir. Bunların herbirisinin geniş açıklamaları vardır.” buyurdu.

         Bir gün Selçuklu Sultanı İzzeddîn aaakâvus Mevlânâ hazretlerini ziyârete gelmişti. Mevlânâ ona gerektiği gibi iltifat etmedi. Sultan bu hâle şaştı ve tevâzu gösterip; “Mevlânâ bana nasîhatte bulunsun.” dedi. Bunun üzerine Mevlânâ hazretleri; “Sana ne nasîhat vereyim? Sana çobanlık emretmişler sen kurtluk ediyorsun. Sana bekçilik emretmişler sen hırsızlık yapıyorsun. Allah seni sultan yaptı sen şeytanın sözü ile hareket ediyorsun.” buyurdu. Bu ağır nasîhat üzerine Sultan ağlayarak dışarı çıktı. Medresenin kapısında başını açıp tövbe etti ve; “Yâ Rabbî! Mevlânâ bana sert sözler söyledi ise de senin için söyledi. Ben zavallı kul da bu alçak gönüllülüğü ve yakarışı gösteriyor ve sana yalvarıyorum. Bana merhâmet et.” dedi ve pişmanlıkla oradan ayrıldı.

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail
0Shares

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

%d blogcu bunu beğendi: