Sansür Sadece ‘Yasak’ Değildir: 24 Temmuz’da “Başkanın Bütün Adamları” ile Gazeteciliği Düşünmek
Dün 24 Temmuz. Basında sansürün ilk kez kaldırılışının 117. yıldönümü ve Basın Bayramı idi. Şüphesiz, bir ülkenin demokratik sağlığı için kutlanması gereken, sembolik değeri yüksek bir gün idi. Bu özel gün, basının özgürlüğünü ve bu özgürlüğün ne anlama geldiğini düşünmek için eşsiz bir fırsattı. Peki, basının üzerindeki sansürün resmen kalkması, hakikatin özgürleşmesi için tek başına yeterli midir?
Bu sorunun yanıtını ararken bir arkadaşımın tavsiyesi ile soluksuz bir film izledim: Alan J. Pakula’nın yönettiği 1976 yapımı başyapıt, Başkanın Bütün Adamları (All the President’s Men).
Film, gerçek bir olaya dayanarak, Washington Post gazetesinin iki genç muhabiri Bob Woodward ve Carl Bernstein’ın, tarihin en büyük siyasi skandallarından biri olan Watergate’i nasıl ortaya çıkardığını anlatır. Basit bir hırsızlık vakası olarak başlayan olayın peşini bırakmayan bu iki inatçı gazeteci, sabırla, titizlikle ve büyük bir mesleki ahlakla çalışarak ipliği çeker ve sonu ABD Başkanı Richard Nixon’ın istifasına varan bir komployu gözler önüne serer.
Başkanın Bütün Adamları’nı bir gazetecilik manifestosu yapan şey, aksiyon dolu sahneleri değil, gazeteciliğin meşakkatli ve çoğu zaman sıkıcı olan gerçek doğasını yansıtmasıdır. Kapı kapı dolaşmalar, saatler süren telefon görüşmeleri, her bilginin en az iki farklı kaynaktan doğrulanması kuralı, karanlık otoparklarda “Derin Gırtlak” kod adlı gizemli bir kaynakla buluşmalar… Film, bize gerçek gazeteciliğin bir “atlatma” veya sansasyon yaratma yarışı değil, kamu yararını gözeten, kanıta dayalı, sabırlı bir hakikat arayışı olduğunu gösterir. Woodward ve Bernstein’ın arkasında duran editörlerinin cesareti ve kurumlarının desteğiyle basın, anayasal bir güç olan “dördüncü kuvvet” görevini eksiksiz yerine getirmiştir.
Şimdi günümüze, Basın Bayramı’nı kutladığımız 2025 yılına dönelim. Gazetecilerin önündeki en büyük engel, 117 yıl önce kaldırılan türden bir resmi sansür müdür? Yoksa sansür, şekil değiştirerek çok daha sinsi ve görünmez hale mi gelmiştir?
Bugünün gazeteciliği, ne yazık ki farklı baskı mekanizmalarıyla mücadele ediyor. Bunları “modern sansürler” olarak adlandırabiliriz:
Tıklanma Sansürü: Derinlemesine bir araştırma dosyasının, yolsuzluk haberinin veya kamu yararı içeren bir analizin alacağı “tık” sayısı, anlık bir magazin haberinin veya kutuplaştırıcı bir siyasi yorumun gerisinde kalabiliyor. Bu durum, editörleri ve yayıncıları, önemli olanı değil, “popüler” olanı yayınlamaya iten bir ekonomik baskı yaratıyor. Bu, içeriğin kendi kendine uyguladığı bir sansürdür.
Reklam Sansürü: Yayın organlarının ekonomik bağımlılıkları, büyük reklam verenleri veya iktidarla ilişkili şirketleri eleştiren haberlerin “şimdilik bekletilmesine” veya “yumuşatılmasına” neden olabiliyor.
Hız Sansürü: Dijital çağın anlık haber akışı, gazetecilere bir haberi doğrulamak ve derinleştirmek için gereken zamanı tanımıyor. Haberi ilk veren olma yarışı, çoğu zaman doğruluğun önüne geçiyor ve teyit mekanizmasını fiilen sansürlemiş oluyor.
Mahalle Baskısı ve Kutuplaşma Sansürü: Gazeteciler, yazdıkları haberler yüzünden hedef gösterilme, sosyal medyada linç edilme veya belirli bir siyasi grubun “hain” ilan etme tehlikesiyle karşı karşıya. Bu da otosansürü, yani gazetecinin “başıma bir iş gelmesin” diyerek kendi kendini susturmasını tetikliyor.
Bu yüzden, 24 Temmuz’u kutlarken sadece geçmişteki kazanımlara değil, bugünün zorluklarına da bakmalıyız. Başkanın Bütün Adamları’nın ruhuna, yani cesur, sorgulayan, kamu yararını gözeten ve bedeli ne olursa olsun hakikate sadık kalan gazeteciliğe bugün her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.
Gerçek Basın Bayramı, gazetecilerin sadece resmi sansürden değil, tüm bu modern ve görünmez baskılardan azade olduğu, Woodward ve Bernstein gibi kalemlerini özgürce kullanarak hakikati halka ulaştırabildiği gün olacaktır. Bu zorlu yolda mesleğin onurunu korumaya çalışan tüm basın emekçilerinin bayramı bir kez daha kutlu olsun.





